26 Mart, 2011

Battle: Los Angeles (2011)

Olamaz! Uzaylılar dünyayı istila etmeye geliyor! Neyse ki her biri iyilik timsali olan Amerikan ordusu var, yoksa halimiz ne olurdu? O kadar iyi yürekliler o kadar merhametliler ki kelimeler kifayetsiz kalıyor. Dünyanın dört bir yanı istila altında fakat bir bölgede mahsur kalmış 3-4 Amerikan vatandaşı için bir tabur asker seferber olup onları kurtarmak için yola koyuluyorlar. Yüzbinlerce insan bu istila altında hayatını kaybetmiş, biz de izleyici olarak bu saçma durumu hazmedip "Vay arkadaş! Bu Amerikan ordusu neymiş ya 3 tane vatandaşı için uzaylıların içine dalıyor adamlar" diyeceğiz. Senaryosu bunun üzerine kurulu olan Battle: Los Angeles, benim için kredisini en başta tüketti zaten.

Battle: Los Angeles, aylar önce yayınlanan sansasyonel fragmanıyla ilgimi bir hayli çekmişti. District 9 kalitesinde bir istila filmi bekliyordum açıkçası. Bu sebeple ağzımdan sular damlaya damlaya yerleştim koltuğuma. Filmin baş karakterlerini tanıtmaya ayrılmış ilk 15 dakika o kadar boş ve anlamsız olaylar silsilesi ki, sinema salonuna geç girenler kendilerini şanslı hissetmeliler. Sonrasında "War of the Worlds" tarzında dünyamıza inen uzaylıları görünce o saçma başlangıcı zihnimden sildim ve beklentilerimi artırdım. Fakat bu kadar çok klişeyle karşılaşacağımdan bihaberdim.

Aksiyon başladıktan sonra, sallantılı kamera eşliğinde kendimizi insanoğlu ve uzaylı savaşının içine buluyoruz. Atmosferi genel olarak başarılı bulsam da bitmek bilmeyen çatışma sahneleri bir noktadan sonra insanın başını ağrıtmaya başlıyor. Diyeceksiniz ki bundan şikayet edilir mi, ne güzel savaş filmi işte... Tamam haklısınız fakat sahnelerde ne olup bittiği hakkında bir fikri olan var mı? Bir oraya bir buraya sallanan kamera sayesinde kim kurşun yedi, kimin kafası patladı, uzaylılar tam olarak neye benziyorlar anlayamıyoruz ki. Abartılı ses efektleri deryasında kaybolup gittim resmen. Ah bir de o klişe dolu sahneler yok mu. Adamın karşısında uzaylı var, onunla çatışırken hala saçma sapan Amerikan esprileri yapıp izleyiciyi güldürme çabasındalar. Her biri birer savaş kahramanı maaşallah. Başarılı bir aktör olarak gördüğüm Aaron Eckhart, böylesine amaçsız ve efekt manyağı bir projede oynamayı neden kabul etti anlamadım. Efekt manyağı dedim diye inanılmaz şeyler beklemeyin. Emin olun bundan çok daha iyilerini görmüşsünüzdür. Uzaylı tasarımları da beni hayal kırıklığına uğrattı. Efekt namına tek beğendiğim şey, uzaylı gemilerinin tasarımı oldu sadece.

Aslında o kadar vasat bir yapım ki, daha fazla şurası saçmaydı, burası klişeydi diyip kendimi yormak istemiyorum. Aslında hakkında yazı yazmak gibi bir niyetim de yoktu fakat fragmanı o kadar etkileyici ki, buna kanıp sinemaya gitmeyin, paranıza yazık etmeyin diye klavyeme döşenmeye karar verdim. Yenilikten uzak, bu tarz filmlere hiçbir soluk getirmeyen, aksine klişelerden beslenen çatışma sahneleriyle bezeli bir gaz filmi sadece...

06 Mart, 2011

Moon (2009)

Belirsiz bir gelecekte dünyadaki enerji kaynakları tükenmiş, fakat Ay'da keşfedilen bir madde insanlığın kurtuluşu olmuştur. Ay'dan bu malzemeyi tedarik eden dev bir şirket, üçer yıllık kontratlarla bir kişiyi tek başına Ay'a göndermekte ve çalıştırmaktadır. Sam Bell'in görev süresini tamamlamasına artık iki hafta kalmıştır fakat yalnız başına geçirdiği bu uzun süreçte yavaş yavaş akıl sağlığını kaybetmeye başlamıştır. Bu uzun süreçteki tek arkadaşı, onun her türlü ihtiyacını karşılamak üzere görevlendirilmiş olan robot Gerty'dir...

Filmin ismi ve fragmanı, basmakalıp bir bilimkurgu olarak durmasına karşın, çok daha fazlasını sunuyor bizlere Moon. Duncan Jones, ilk yönetmenlik denemesinde hem bilimkurgu hem de psikoloji alanında çok derin konulara giriyor ve tüm bu hengâmenin altından başarıyla kalkıyor. Üstelik bütün bu işi, tek bir oyuncuyla gerçekleştiriyor. Tek oyunculu filmlerde başrol oyuncusunun performansı haliyle çok önemlidir. Sam Rockwell, iki farklı Sam Bell karakterini ve onların ruh halini gerçekten ustalıkla canlandırmış ve bu performansıyla filmin başarısını katlamış.

1968 tarihli Kubrick başyapıtı 2001: A Space Odyssey'i hatırlayanlar ve bu filme tapanlar, Moon'da birçok saygı duruşu ve esinlenme sezebilir. Öyle ki Gerty karakteri, Kubrick'in HAL isimli bilgisayarını çok andırıyor. Fakat Duncan Jones Gerty'i farklı bir açıdan ele alıp, insanlığı ele geçiren istilacı bilgisayarlar yerine kendi iradesiyle karar veren insancıl bir robot oluşturmuş. Gerty'yi seslendiren isim ise Kevin Spacey. Bu ses ona o kadar oturmuş ki, Gerty'den etkilenmemek neredeyse imkansız.

Duncan Jones'un sinemaya attığı sağlam bir ilk adım, Sam Rockwell'in üstün performansı, ilgi çekici bir konu ve değişik bir kurgu eşliğinde sağlam bir seyirliğe dönüşüyor Moon. Türüne göre oldukça düşük bir bütçeye sahip olan Moon, iyi bir bilimkurgu filmi çekmek için para saçmak gerekmediğini kanıtlıyor bir anlamda. Kesinlikle son yılların en kayda değer yapımlarından biri.

12 Şubat, 2011

Buried (2010)

İlk saniyesinden son saniyesine kadar, yaklaşık 90 dakika boyunca bir tabutun içinde geçen film hakkında ne düşünürsünüz? Muhtemelen “Olmaz öyle şey!” diyeceksiniz. Tek mekân filmleri her dâim ilgimi çekmiştir. Minimalist yapıda olmaları ve yapısal ilginçlikleri nedeniyle her zaman bu tür yapımları merakla izlemişimdir. Başından sonuna kadar bir odada, salonda, denizde, vs. geçen pek çok film gördük fakat hiçbiri kamerasını sadece 3-4 metrekarelik bir tabutun içinde dolandırıp durmamıştı. Buried, ilk bakışta oldukça sıkıcı ve gereksiz sanılabilecek bu olguyu o kadar büyük bir başarıyla kotarıyor ki, ayakta alkışlamamak mümkün değil!

Paul Conroy, gözlerini açıyor ve kendisini bir tabutun içinde, toprağın altına canlı canlı gömülmüş olarak buluyor. Yanına çakmak, cep telefonu, bıçak, kalem gibi malzemeler bırakılmış. Onu kimin, neden buraya koyduğu hakkında en ufak bir fikri yok. Irak’ta kamyon şoförlüğü yaparken, konvoyunun saldırıya uğradığından başka hiçbir şey hatırlamıyor. Artık tek yapması gereken, dış dünyayla olan tek bağlantısını, cep telefonunu kullanarak kafasındaki soruların cevabını bulmak ve bu boğucu tabuttan kurtulmak. Canlı canlı yerin altına gömülmek deyince pek çok kişinin aklına Kill Bill’deki meşhur sahneler gelmiştir. O birkaç dakika boyunca bile nefesi daralanlar olmuştur. O etkiyi yirmiye, otuza katlayın: Karşınızda Buried…

Buraya kadar yazılanlardan anlaşılacağı üzere Buried’de tek bir oyuncu var. Şimdiye kadar dişe dokunur bir performansını hatırlamadığım Ryan Reynolds, tek kelimeyle unutulmaz bir oyunculuk sergilemiş. Karakterinin çaresizliğini, umutsuz çırpınışlarını harika canlandırmış. Öyle ki; 2011 Oscar’larına aday olamamasını büyük bir üzüntüyle karşıladım filmi izledikten sonra. Reynolds’ı bir kenara bırakıp, yönetmen Rodrigo Cortes’i ayakta alkışlamak istiyorum. Profesyonel anlamda ilk uzun metrajına imza atan yönetmen, tek kelimeyle yeteneğini konuşturmuş. Bir buçuk saat boyunca yalnızca bir tabutun içinde geçen filmde sürükleyiciliği ve atmosferi sağlamak hiç kolay değildir. Fakat Cortes bütün olayı o kadar güzel idare etmiş ki izlerken nefesimin daraldığı, kendimi Paul’un yerinde hissettiğim birçok sahne oldu. Tabii bu konuda görüntü yönetmeni Eduard Grau’nun hakkını teslim etmeden olmaz. Küçücük mekandaki kamera kullanımları izleyiciyi kendisine hayran bırakıyor. Oyuncu, yönetmen ve görüntü yönetmeni harika iş çıkarmış. Fakat Buried’in en başarılı yanı senaryosu. Bu tarz bir filmden dur durak bilmeyen gerilimli bir atmosferden başka bir şey beklemiyordum. Fakat Buried’in o kadar sağlam alt metinleri var ki… Amerika-Irak savaşına dair çarpıcı diyaloglar, süper güçlerin insan hayatını hiçe saymaları, senarist Chris Sparling tarafından izleyicinin gözüne sokulmadan harika bir biçimde filme yedirilmiş.

Buried, klostrofobisi olanların uzak durması gereken, son yıllarda izlediğim en başarılı yapımlardan biri. Her tür sinema izleyicisine hitap etmeyi başarabilmiş, eli yüzü düzgün etkileyici bir seyirlik. Özellikle final sahnesi, böyle filme böyle çarpıcı son yakışır dedirtiyor. İzleyiniz, izlettiriniz!

04 Şubat, 2011

Salt (2010)

Baş kahramanın tek başına onlarca adamı yere serip öldürmesini, tek başına abartılı işler başarmasını her zaman yapmacık ve saçma bulmuşumdur. Yalnızca süper kahraman filmlerinde hazmedebileceğim bu faktör, maalesef çoğu Amerikan aksiyon yapımında karşıma çıkıyor. Her konuda uzman olduğu söylenen baş kahramanımız tek başına planlar yaparak etrafı kan gölüne çevirir ve izleyiciden bu kahramanın hakikaten profesyonel bir ölüm makinesi olduğuna inanması beklenir. Kimse kusura bakmasın ama ben bu numaraları yemiyorum artık. Çocukluğundan beri casus olarak yetiştirilmiş bir kadın, tek başına üst düzey güvenlik önlemlerini aşarak kusursuz bir suikast gerçekleştirecek ve ben de bunu hemencecik hazmedip filme övgü dolu sözler yazacağım ha! Daha çok beklersin Angelina…

Tamam kabul ediyorum bu kadar da rezalet bir filmle karşı karşıya değiliz. Belki de ben realizm manyağıyımdır bilemiyorum ama Salt benim gözümde ancak vasat bir aksiyon değeri kazanabildi, o da Angelina’nın hatrına… Başarılı ve kendini kanıtlamış bir CIA ajanı olan Evelyn Salt, bir itirafçının kendisini Rus ajanı olarak suçlamasından ve yakın zamanda Rusya başkanını öldüreceğini herkesin içinde açıklamasından sonra Salt çareyi kaçmakta buluyor ve hem diğer karakterler hem de biz izleyiciler Salt’ın aslında kim olduğunu filmin sonuna kadar öğrenemiyoruz. Kamyon tepelerinde, yüksek binaların pencere pervazlarında hoplayıp zıplayarak ölümüne bir kovalamaca eşliğinde Salt, onlarca güvenlik görevlisini yere seriyor, sürekli sürprizler, şaşırtmacalar filmin devamlılığını ve sürükleyiciliğini ayakta tutuyor ve izlenebilecek kalitede bir aksiyon filmi ortaya çıkıyor.

Salt’ı klasik aksiyon kalıplarından ayıran özelliği parmak basılmamış konulara değinmesi, Rusya-Amerika düşmanlığının altını deşmesi ve bütün bu tantanayı yıllarca planlanmış bir komplo olarak seyircinin önüne sürmesi. Buraya kadar her şey güzel fakat senaryo beni hiç tatmin edemedi. Koca Amerika başkanının ağzından dökülen çocuksu savaş sözcükleri, Beyaz Saray’ın güya dillere destan olan koruma sisteminin bir-iki kişi tarafından alaşağı edilmesi, Rusya başkanının beceriksiz korumaları beni filmden soğutan etkenler oldu. Bütün bunlara rağmen Angelina Jolie’nin yüksek performansı bu saçmalıkları kapatacak güçte. Angelina, aksiyon filmlerine ne kadar yatkın olduğunu bir kez daha ispatlamış.

Salt’ı çok sevmeyişimin bir diğer nedeni de Evelyn Salt’ın karakteri hakkında derinlik kurulamaması. Flashback yöntemiyle ara ara çocukluğuna kadar iniyoruz fakat bu sahneler inandırıcılıktan o kadar uzak kalmış ki, Salt ile duygusal bir bağ kuramadım açıkçası. Hal böyle olunca onun kurtulması veya ölmesi benim için bir anlam ifade etmedi. Damdan düşer gibi Salt’ın ajan kimliğini öğreniyoruz fakat, kişisel ve duygusal özellikleri o kadar arka plana atılmış ki izleyici başrol oyuncusuna bir türlü bağlanamıyor, en azından ben bağlanamadım.

Türün sevenleri tarafından zevkle izlenebilecek bir yapım Salt. Fakat ne aksiyon sinemasına taze bir soluk getiriyor, ne de başından sonuna kadar izleyiciyi diken üstünde tutmayı başarabiliyor. Birçok faktörün harmanlandığı film, eğlenceli bir Pazar gecesi sineması olabilir fakat yüksek puan almayı hak etmeyen, izlenip unutulan çerezlik bir yapım. Angelina Jolie hayranları ve aksiyon tutkunları büyük bir keyifle izleyebilirler fakat sinema sanatından ayrı bir tat, ayrı bir güzellik ve özgünlük görmek isteyen yetkin sinefiller aradıklarını pek bulamayacaklar.

31 Ocak, 2011

Kick-Ass (2010)


Süper kahramanlar her daim sinema perdesinde boy göstermiş ve kendi hayran kitlesini yaratmıştır. Biri kırmızı peleriniyle o gökdelen senin bu gökdelen benip uçup dururken bir diğeri duvardan duvara zıplar. Kimisi bir yumrukta düşmanını Mars’a kadar gönderirken kimisi teknoloji seviyesi yüksek mekanizmalarla ortalığı kırıp geçirir. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjileriyle, karizmatik kişilikleri ve tapılası özellikleriyle her seferinde dünyamızı daha yaşanılır bir yer yapma sevdasıyla kötülerle savaşıp dururlar. Fakat hiçbirisi Kick-Ass kadar ezik, çelimsiz ve silik bir tip değildir. Sanırım Kick-Ass’i diğer süper kahraman filmlerinden keskin bir çizgiyle ayıran en önemli özelliği bu…

Dave, okulundaki kızlar tarafından alay konusu olan, dışarıdan bakıldığında hiç de çekici durmayan, internet bağımlısı ve asosyal bir tiptir. Birçok Amerikalı genç gibi o da Batman, Superman gibi süper kahramanlara hayranlık beslemektedir. Cinsellik anlayışı mastürbasyondan ibaret olan, hayatı 17 inçlik bir bilgisayar ekranıyla çevrelenmiş umutsuz ve amaçsız bir gençtir. Okulunda Katie adlı dünyalar güzeli bir kıza sırılsıklam aşıktır ve onu elde etmesi şu anki haliyle imkansız gözükmektedir. Bunun böyle gitmeyeceğine karar vererek internetten aptalca bir süper kahraman kıyafeti sipariş eder ve kendini kötülerle savaşmak için dışarı atar. Bu noktadan sonra olaylar hızla gelişecek ve tamamen şans eseri yerel bir kahramana dönüşecektir: Kick-Ass!

Filmi çekici kılan nokta, baş karakterin yerine kendimizi rahatlıkla koyabilmemiz. Sonuçta o da bizim gibi biri. Hangimizin platonik bir aşkı olmadı ki, veya hangimiz hayal ettiğimiz gibi biri olabildik. Bilgisayar ekranı başında geçen saatler yerine bir süper kahraman olup kötülerle savaşmak hiç mi aklınızdan geçmedi. Bu noktada imdadımıza Dave yetişiyor ve onun eşliğinde kabuğumuzdan kurtulup bir kahraman olma yolunda ilerliyoruz. Değinmeden geçemeyeceğim bir nokta da filmin oldukça akıcı ve esprili bir anlatıma sahip olması. 2 saat gibi hafif uzun sayılabilecek bir süre, su gibi akıp gidiyor Dave’in dünyasında. Bu noktada yönetmen Matthew Vaughn’un tekniğine şapka çıkartmak lazım.

Kick-Ass’i sevmeme neden olan bir diğer etken ise tabii ki Hit-Girl karakteri. Chloe Moretz tarafından canlandırılan, babası tarafından bir ölüm makinesi olarak yetiştirilmiş bu kızımız o kadar sempatik ki, bu tarz filmlere zerre ilginiz olmasa bile sırf Hit-Girl için izleyebilirsiniz. Oyunculardan bahsetmişken Nicolas Cage’i es geçmek olmaz. Son senelerde para kazanmak uğruna birbirinden fecaat işlere imza atan Cage, nihayet adam gibi bir projede yer almayı başarmış. Ona hiç yakıştırmadığım bir rolde oldukça oturaklı ve sağlam bir performans ortaya koyarak beni şaşırttı açıkçası. Şimdi diyeceksiniz ki herkesten bahsettin başrol adamından bahsetmedin. Aaron Johnson, Kick-Ass karakterine cuk oturmuş fakat ben kendisinde gelecek için bir ışık göremedim. Katie karakterini canlandıran Lyndsy Fonseca’ya ise tek kelimeyle aşık olduğumu itiraf edeyim. Sakın kendisiyle ilgili sevgi dolu hayaller kurmaya kalkmayın, ilk ben kaptım…

Süper kahraman filmi dedik mi özel efekt, aksiyon ve heyecan olmadan olmaz. Nitekim bu saydığım unsurlar ustalıkla kullanılmış filmimizde. Hele Hit-Girl’ün sonlara doğru ana binayı basış sahnesi var ki çok rahat 15 kez izlemişimdir arka arkaya. Kurgusuyla, oyuncularıyla, karakterleriyle, aksiyonuyla ve mizahıyla övgüyü hak eden bir film Kick-Ass. Hakikaten kaliteli bir seyirlik. Fakat bir klasik değil açıkçası. Bir kez izledikten sonra sağlam bir haz alacağınız, arkadaş çevrenize şiddetle tavsiye edeceğiniz, bir-bir buçuk ay sonra unutup gideceğiniz bir yapım.